Pages

6 Kasım 2012 Salı

Sevgi Soysal - Yenişehir'de Bir Öğle Vakti

Yüksekçe bir yerde hayal ediyorum Sevgi Soysal'ı. 70'lerin başı... Bir öğle vakti... Gözlerini kısmış Ankara'nın Yenişehir'ine bakıyor ve başlıyor birbirinden farklı karakterlerin öykülerini, birinin bittiği yerden diğerini başlatarak anlatmaya. Tezgahtar Ahmet, sevgilisi Şükran, emekli öğretmen Hatice Hanım, mirasyedi Necip Bey, banka memuru Mehtap, 'girişimci' Güngör, hukuk profesörü Salih Bey, eşi 'Cumhuriyet kızı' Mevhibe Hanım, kızları Olcay, oğulları Doğan, Doğan'ın arkadaşı, Olcay'ın sevgilisi, hukuk öğrencisi, solcu ve yoksul Ali, ayakkabı boyacısı Necmi, hayat kadını Aysel ve kapıcı Mevlüt... İnsanın içine doğduğu sınıfın onun karakterini, benliğini nasıl çevrelediğini, davranış kalıplarını nasıl belirlediğini, sınıfsal bağlarından kopamayan insacıkların içinde sıkışıp kaldıkları labirentleri, yaşadıkları bocalamaları, ikiyüzlülüklerini, saydığım bu bambaşka tiplerle, özellikle de Olcay, Doğan ve Ali üçgeninde öyle ustaca işliyor ki Sevgi Soysal.

Ve 'o her an oluşan, değişen şeyleri görmeyenlerin sezmediği, sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişcesine sallanan kavak'... Fonda hep o ve onun tedirginliği var. Neyin metaforu bu kavak diye sorup duruyorum kendime, yoruyorum kafamı sürekli. Devrilmesiyle, kendisini kökünden kurutan yozluğu, her yanıyla çürümüş sistemi, kendisiyle birlikte ortadan kaldırabilecek midir? Düşüşü, böyle gelmiş böyle de giden devranda bir yarılma, Yenişehir'deki öğle vaktinin her günün temsili yeknesaklığında bir kırılma, insanlarda bir farkındalık yaratabilecek midir? Oysa kavağı neyin, daha doğrusu kimin üstüne yıkıyor Sevgi Soysal? Kafamda tüm naifliğimle kurduğum metafor da kavağın altında kalıyor.

Ne kadar oldu "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti"'ni okuyalı? Okuduklarım hakkında - bırakın başkasına, kendime bile doğru düzgün - kelam etmediğim / edemediğim zamanlardı ve hafızamda kalmış kırıntılarla bugün düşündüklerimi karşılaştırdığımda, Tezer Özlü'nün kalemiyle "özgürlüğün, bağımsızlığın, aydınlık düşüncenin, mutluluğun yollarını açıp gösteren" Sevgi Soysal'ı şimdi çok daha net görüyor, Yenişehir'de göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir öğlen, devrildi devrilecek çürümüş kavak, çok daha görünür bir iz bırakıyor 'sol memenin altındaki cevahir'de.

İletişim Yayınları, 2007 (5. Basım)

Sevgi Soysal (1936 - 1976)

21 Ekim 2012 Pazar

Zaven Biberyan - Yalnızlar

''Yalnızlar'''ı okurken de okuduktan sonra da kapağındaki fotoğrafa baktım durdum. Birbirlerine dokunacak kadar yakınken, sırtını dönmüş iki insan... Onları birbirlerinden ayıran bankı kaldırıp yerine ne istersem onu koyabilirdim. Örneğin etnik kimlik ya da cinsiyet, bir başkasını kendime ya da kendimi bir başkasına yabancılaştıran ne varsa...

Oğul Krikor, anne Yeranik, teyze Pupul... Varlık Vergisi darbesini yemiş bir Ermeni ailesi. Önce birbirlerine sonra da çevrelerine yabancılaşmış, içlerine kapanmış, ''Yalnızlar'''ın ilk yalnızları... Oğul Erol, anne Mübeccel, Baba Osman Bey, teyze Seniha... Ellili yıllarda baş veren 'yeni zengin'lerden biri olmaya aday bir başka aile. ''Yalnızlar'''ın diğer yalnızları... Ve ''Yalnızlar'''ın en yalnızı Gülgün (Sürtük)... Her işe koşulan, amansızca sömürülen, zengin olma hayalleri kuran, sayfalarını sürekli karıştırdığı 'Seksapel' dergisinde boy gösteren kızlar gibi olmak için yanıp tutuşan bir evlatlık. Zaven Biberyan, 1959 yılında ''Lıgırdadzı'' (Sürtük) ismini vererek Ermenice yazdığı ve daha sonra  yine kendisinin Türkçeye çevirdiği, çevirirken de ''Yalnızlar'' başlığını uygun gördüğü bu ilk romanında, Gülgün'ün trajik hikayesi ekseninde, biri Türk, diğeri Ermeni bu iki komşu ailenin iki gününü gözümün önüne getirdi. Birbirlerine uzaklığı kapı zili mesafesinde olan iki ailenin yaşamlarını hiç kesiştirmeyerek, onlara birbirlerinin kapısını bir kez bile çaldırmayarak... Tıpkı kitabın kapağındaki fotoğraf gibi... Biberyan böyle yaparak, aynı toprağı, aynı havayı, aynı suyu yıllarca paylaşmış, ancak gün geçtikçe cemaatleşmiş, cematleştikçe de birbirine yabancılaşmış, tabiri caizse artık birbirine dokunmaktan bile imtina eden iki halkı da anlatıyor sanki. İki halkın derin yalnızlığını... Bunu Ermeni'yi, Türk'ü değil, insanı odağına alarak yapıyor. Irmak Zileli'nin kitapla ilgili yazısında altını çok doğru bir şekilde çizdiği gibi:

''Yazar Ermeniliğini ya da Türklüğünü metnin 'tasarımcısı' yapmadığında ortaya insan çıkıyor.''

Zaven Biberyan, bu iki aileyi hiç buluşturmaz, onları yalnızlıklarıyla baş başa bırakırken, metne arada sırada girip çıkan ama varlıklarını sürekli hissettiren iki karakterle adeta ışık saçar. Sürekli sinemaya giden Madam Verjin ve aynı evi paylaştığı, her gün klasik müzik dinleyen, Beethoven'in 'muvman'larıyla coşan, kiracısı emekli öğretmen Kazım Bey. Koca romanda cemaatin boyunlarına doladığı yuları koparmış, kimlikleri dillerine vurmamış ve beyinlerini ele geçirmemiş, birbirlerine dokunan bir tek onlardır. Bir tek onlar umut aşılar...

Bir önceki yazımda, Leylâ Erbil ile bu kadar geç buluştuğum için hayıflandığımı dile getirmiştim. Zaven Biberyan için de - kendimi tekrar etme pahasına - aynı şeyleri söylüyor, kendi adıma harika bir keşif olduğunu vurguluyorum. Aras Yayıncılığın açtığı küçük pencereden Ermenice edebiyata bakmak, o pencereden içeri girmek için siz de Zaven Biberyan'a dokunun.

Aras Yayıncılık, 2012 (2. Basım)

Zaven Biberyan (1921 - 1984)

17 Ekim 2012 Çarşamba

Leylâ Erbil - Tuhaf Bir Kadın

Birbirinden farklı tekniklerle yazılmış, 'Kız', 'Baba', 'Ana' ve 'Kadın' başlıklı 4 bölümden oluşan ''Tuhaf Bir Kadın'', Leylâ Erbil'in 1971'de yayımlanmış ve 'bitirmediği' ilk romanı. Romanın ismi, bir kadının hem de tuhaf bir kadının hikayesini okuyacağınızı işaret etse de, kadın kimliğinin hem kadının kendisi hem de çevresi tarafından nasıl göründüğünden Türk solu ve halk arasındaki sürekli açık duran makasa, Türk solunun halkı bilinçlendirme uçarılığından Onbeşlerin (Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı) katline kadar farklı konulara eleştirel parmaklarla dokunan oldukça ilginç bir kitap.

Önce isimsiz bir 'Kız' ile tanıştırır okuru Leylâ Erbil. 'Sevgili günlük' gibi girişler ve tarih çentiği olmasa da bir günlüktür karşınızda duran. Şiir yazan bir üniversite öğrencisinin kaleminden eleştirel satırlar okursunuz. Evlilik kurumu, ataerkil aile yapısı ve onun bekaret bekçisi anneleri, kendisine 'Şaire' diye hitap eden, üsten bakan erkek egemen sanat çevresi ve bu sanat çevresinin ahlaki konumlanışı, okumuş-yazmış kesimdeki insan ilişkileri keskin okların hedefindedir.

Sonra ölüm döşeğinde denizci bir 'Baba' çıkar karşımıza. Onun iç sesini, yer yer de sayıklamalarını işitiriz, bilinç akışı tekniğiyle ve monologlarla örülmüş bu ikinci bölümde. Daha sonra 'Tuhaf Bir Kadın' olacak 'Kız''ın ismini (Nermin) de ele verir babanın ağzından dökülenler. Nermin'deki sol damarı soğuk gözlerle izleyen bir babadır, yatağa uzanmış ölümü bekleyen. Onun solculuğunda - kitabın sonunda Nermin'in aynadaki yansımasıyla tartışırken kendisinin de sorgulayacağı - 'insanları sevmeme' (misanthropy) görmekte ve onu 'babalar' gibi eleştirmektedir. Bu bölümde Karadeniz ağzıyla yoğrulmuş dilin okurda bıraktığı tadın tarifsiz olmasının yanında Onbeşler katline yapılan göndermeler de dikkat çekmeye değer. Babanın kendisi gibi denizci ağabeyinin hasbelkader tanımış olduğu Mustafa Suphi'nin öldürülüşünü bir saplantı haline getirişi, 'Suphi'yi kim öldürdü?' diye durmadan sorması, ölüm döşeğinde sayıklayan babanın geçmişine attığı oltaya sürekli takılır. Leylâ Erbil, edebiyatımızda pek görülmeyen bir biçimde Onbeşlerin katline ilişkin yeni bulguları romanının her yeni baskısına ekler.

Üçüncü bölümde yine Nermin oturur anlatıcı koltuğuna. Biraz daha büyümüş ve evli bir Nermin'dir bu sefer karşımızdaki. Anlattıklarından, olanların gerçek değil de - Elias Canetti'nin 'Körleşme'sine selamla - 'kafadaki dünya'da olup bittiğini hissedersiniz. Ölen babanın cenazesinin ardından evde toplanan muhafazakar bir sülale... Lenin'in duvarda asılı fotoğrafının yırtılmasından, sülale mensuplarının Nermin'in kılıç darbeleriyle doğranmasına kadar varıyor zihinde gerçekleşenler. 'Ana', son bölümde yine çarpıcı bir biçimde işlenecek ve eleştirilecek konuların - sol ve halk arasındaki geniş açı, halka bilinç aşılama - tohumlarını ustalıkla atıyor.

Ve son bölüm: 'Kadın'... Yine ters köşeye yatırır Leylâ Erbil. Bu sefer 3. tekil anlatıcıyla başlar, bilinç akışıyla devam eder! Solun kitleselleşmesi gerekliliğine olan inancı yüreğinde Nermin, halkı bilinçlendirme sevdasıyla bir gecekondu bölgesine taşınır eşiyle. Yazımın başında bahsettiğim Türk solunun halka bilinç aşılama uçarılığı onu gülünç hallere düşürür ve o her şeyin üstünde tuttuğu halkına bir türlü nüfuz edemez, onlarla bir türlü bütünleşemez. Sonunda da aynanın karşısına yerleştirir onu Leylâ Erbil.

Leylâ Erbil ile bu kadar geç tanıştığıma hayıflanıyor ve ''Tuhaf Bir Kadın'''ın bu sene okuduğum en iyi ve şu ana kadar buluştuğum en 'tuhaf' kitaplardan biri olduğunun altını kalın kalın çiziyorum.

İş Bankası Kültür Yayınları, 2011

Leylâ Erbil (1931 - 2013)

23 Eylül 2012 Pazar

Irmak Zileli - Eşik

''Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum.

Bir kere değil, defalarca öldü. Bir öldü, dirildi. Bir daha öldü. Yine dirildi. Yine öldü. Bir kez daha, bir kez daha. Sayısını unuttu.

Babamdan ummazdım bunu kör oldum.''

Eşik / Irmak Zileli s. 10 - 11 


Annesi ve babası dahil içine doğduğu geniş ailenin siyasi kimliği nedeniyle Irmak Zileli'nin bu ilk romanının - benim gibi - politik olmasını bekleyenler, umduklarını belki bulamayacaklar ama, bir çocuğun gözüyle bu durumun onun gelişimindeki etkilerini ustalıkla anlatan oldukça iyi bir kitap okuyacaklar. Gerçekten de uzun yıllar AP'nin Erzincan milletvekilliğini yapmış olan Sadık Perinçek'in torunu, bir dönem Türkiye sol hareketinde önemli bir yer edinmiş Aydınlık akımının lideri Doğu Perinçek'in yeğeni ve aynı akımdan Feyza Perinçek - Gün Zileli'nin kızı olmanın getirdiği doğal siyasi yoğunluğun aile ilişkilerini de belirlediği anlaşılıyor. Siyasi yakınlıklar nedeniyle oluşmuş, siyasi ayrılıklar nedeniyle dağılmış bir ailenin ürünü olarak zor bir çocukluk ve ilk gençlik yaşamış olduğu hissedilen Irmak Zileli'nin bu anı-romanında, bütün bu baskın ortama karşın kendi yolunu bulan ve bunu kitabının sonunda yürek ferahlığı içinde açıklayan bir bireyin oluşum sürecini okuyorsunuz.

Gün Zileli'nin üç ciltlik anılarını okuyup siyaseten nasıl bir savrulma içinde olduğunu bilenler, bu savrulmanın aldığı insani boyutları kızının oldukça objektif ve eleştirel satırlarından okuduklarında bu anı-romanın samimiyet ve inandırıcılık bahsindeki sağlıklı duruşunu teslim edeceklerdir. Yaşadığı derin siyasi savrulma nedeniyle, ilişkilerinin artık baba-kız değil, neredeyse iki siyasi hasım arasında olduğunu vaaz eden bir babanın genç kızı olarak Irmak'ın bu girdaptan çıkışına düşünsel anlamda, 'istemediği birisiyle çocuk yaşta evlendirilmek üzere köyüne gönderilen, kapıcı kızı bir okul arkadaşı' yardımcı olacaktır.

Not: Bu yıl 66.'sı düzenlenen Yunus Nadi Ödülleri'nde, Adnan Binyazar, Ahmet Cemal, Ülkü Tamer ve Tahsin Yücel'den oluşan seçici kurul, roman dalında Irmak Zileli'yi ''Eşik'' adlı eseriyle onurlandırdı. 

Remzi Kitabevi, 2011 (3. Basım)

Irmak Zileli (1978 - )

11 Eylül 2012 Salı

Haydar Karataş - On İki Dağın Sırrı "Bir Göz Ağlarken..."

"Çımo juke berbeno, çımo bin nehuneno"
(Bir göz ağlarken, öbür göz gülmez)

"Saz susmuş adamı dile getirir, zaten saz insanı dile getirdiği için hükümet yasaklar koyar. Oysa hükümet adamı saza yasak koyacağına, kulak verse, bu tekmil Anadolu toprağı gülistanlar gibi  çiçek açar."


İlk romanı "Gece Kelebeği"'nde, bir çocuğun, Gülüzar'ın gözünden anlatıyordu Haydar Karataş, Dersim'in '38 sonrasında yaşadığı büyük yıkımı. "On İki Dağın Sırrı"'nda ise, '38 öncesine, fokur fokur kaynayan Dersim'e vuruyoruz kendimizi. Bir Albeg gibi, şahlanmış, yorgunluktan  çatladı  çatlayacak bir atın üstünde, bir ulak Sebır, Çöyt, Gagım, Veys ve Artin gibi dere tepe yürüyerek. Kah Hese Gaj ile Rayber'in, kah Cemşi Ağa ile Pir Kasım'ın sohbetlerine kulak vererek...

Henüz '38'in dümdüz etmediği Dersim'deyiz. 1915'ten kalan bir avuç Ermeni, canları yanına sığındıklarının insafında saklanmaktalar. Kızılbaşlar, Ermeniler'in yerlerine getirilen muhacirlerden, jurnalcilik yaptıklari icin şikayetçiler. Aşiretler birbirine girmiş, kavga halindeler. Devlet sazı, sözü, ceme durmayı yasaklamış, metruk kiliselerden kalan taşlarla her yere karakol inşa etmekle meşgul.  İkrarın bozulduğu bir Dersim burası... Korkunun, 'korkunç şeyler olacak!' çığlığının dağa taşa, esen yele, uçan kuşa dahi sindiği bir Dersim...  İsyan halinde, öfkeli, ne yapacağını bilemeyen, ikilemler içinde bir Dersim...


İşte böyle bir Dersim'i söze döküyor Haydar Karataş. Sözlü edebiyat
ın bütün olanaklarını kullanarak, yörenin efsaneleriyle sarıp sarmalayarak, yine masal gibi, bence "Gece Kelebeği"'ni de aşan olağanüstü bir dille yapıyor bunu. '38'de aslında ne oldu?' sorusunu sormadan, cevabını aramadan, bunu kendisine mesele dahi etmeden... Sadece Dersim'i, Dersimlinin - Kızılbaş'ı, Ermeni'si ve muhaciriyle - isyanını, öfkesini, çıkmazlarını, yüreğini ve aklını ele geçirmis korkusunu aktarıyor. Sonra olacakları sezdirerek...

Önce '38 sonras
ı... Sonra da '38 öncesi... 'Üçlemenin son ve henüz ortaya çıkmamış kitabında '38'in kendisini mi anlatacak acaba Haydar Karataş?' diye soruyorum kendime. Neyse ki 8 Ekim'de Berlin'de bir söyleşiye katılıyor kendisi. Hem aklımdaki buna benzer soruları sormak hem de kitapları imzalatmak icin bulunmaz bir fırsat.

İletişim Yayınları, 2012, (1. Basım)


Haydar Karataş (1973 - )

1 Eylül 2012 Cumartesi

Haydar Karataş - Gece Kelebeği "Perperık-a Söe"

"bak şu bebelerin güzelliğine
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde

kör olasın demiyorum

kör olma da 
gör beni"

Acıyı Bal Eyledik / Hasan Hüseyin Korkmazgil



Görüyorum seni Gülüzar. Annenin seslendiği gibi seslenebilir miyim sana 'perperıkam'? O çocuk, o bebek dilinle ballandırarak anlattığın o korkunç acılara, yokluğa, yoksulluğa, zulme ortak olabilir miyim? Seni görmem yeter mi buna?

Yağmur gibi yağmış bombalar... Ardı arkası kesilmemiş sürgünler... Yurtsuz, yuvasız kalmış, bir oraya bir buraya sürüklenmiş, yine de ölülerini bırakmayan, onlara sarılıp uyuyan insanlar, çocuğunun açlıktan ölümüne tanık olmamak için kendini asan anneler... '38 sonrası Dersim... Bu nasıl bir yıkım? Bu nasıl bir keder? Bu nasıl zorlu bir coğrafya, tabiat? Bu nasıl bir yokluk, yoksulluk? Bu nasıl bir kaderine terk ediliş, ilgisizlik? Murat Uyurkulak'ın kitabın arka kapağında yazdığı gibi, sanki Dersim'de değil de, nükleer savaşın vurduğu bir dünyada, 'kum insanları'nın arasında geziniyorum. Yanımda onlardan iki tanesi: küçük Gülüzar ve annesi Fecire Hatun... Gülüzar anlatıyor, ben dinliyorum, hayatta kalma, yaşama tutunma mücadelelerini. Duyuyorum çığlıklarını yüreğimde...

Ve bu nasıl bir dil Haydar Karataş? Bu kadar dürüst, bu kadar yansız ve öfkesiz, bu kadar içten, sürükleyici... Masalsı... Anadili Zazaca olan, 6 yaşından sonra Türkçe öğrenmiş, 10 yılını hapishanelerde tüketmiş, şimdi de yurtdışında sürgünde yaşayan bir yazardan bahsediyorum. Ve ilk romanından... Olan biteni Gülüzar'ın gözüyle, onun tanıklığında anlatmanız mıdır buna sebep? Onun kendi gibi küçük kelimeleriyle, ağzından kan değil bal damlatarak yaktığınız ağıt mıdır beni bu kadar etkileyen, şaşırtan, neredeyse ağlatan?   

Gün Zileli'nin yazdığı gibi, "Gece Kelebeği"'ni alın ve okuyun. Siz de GÖRÜN! Ve hiç unutmayın kelebekleri...

İletişim Yayınları, 2011 (4. Basım)

Haydar Karataş (1973 - )
Related Posts with Thumbnails