Pages

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Taylan Kara - Cölanj

Taylan Kara, İnsanbu sitesinde ve bir süredir Sol Haber Portalı'nda yazdıklarını takip ettiğim bir yazar. Bundan birkaç ay önce ''Vasat Edebiyatı 101'' adını verdiği, iktidarın sadece siyasal düzlemi değil, kültür-sanat alanı ve estetik bilincimizi nasıl boyunduruğu altına aldığını, onu sakat bıraktığını anlattığı, bir iğrenme çağrısı niteliğindeki kitabını tanıttığım bir yazı koymuştum buraya. Geçenlerde de yazarın 2008 yılında basılan ilk romanı ''Cölanj''ı - zorlanarak da olsa - bitirdim. Cölanj... Kara'nın deyimiyle kanalizasyona ve gezegene karışan her şeyin ortak adı... Cesetleşmeden Önce Lağımdan Akan Neslimizin Jeneriği... Cölanj, çok uzun zamandır bir uygarlık durumu... (sayfa 160)

Zorlanarak bitirdim diyorum ama, bunun romanın diliyle bir ilgisi olmadığını hemen belirteyim. Tıpkı makaleleri gibi duru ve neredeyse hatasız bir Türkçeyle yazılmış ''Cölanj''. Basit sayılabilecek bir hikayesi ve olay örgüsü var: tekdüze, sıradan bir adam ve onun ailesi ve birkaç iş arkadaşıyla birlikte sürdürdüğü tekdüze, sıradan yaşamı... Ve bu yaşama eşlik eden, herkese ağzının payını - kimseyi kayırmadan ve eşit miktarda - veren bir insanlık eleştirisi... Daha doğmamış bir bebekten tutun da yerin altında yatanlara kadar uzanıyor yazarın eleştirel dili. Tek bir umut kırıntısı dahi sızdırmıyor satırlardan. Karamsar başlıyor, karamsar devam ediyor ve karamsar sona eriyor. Beni zorlayan da bu oldu sanırım. Taylan Kara'ya insana, insanlığa getirdiği eleştirilerde haksız olduğunu, bir sürü hayat destek elemanıyla ayakta durabilen biz insanların bu kadar ağır lafları hak etmediğini söylemenin anlamsız olduğunun elbette farkındayım.  Yerden göğe kadar haklısınız sayın Kara, az bile söylemişsiniz! Ama, buna rağmen ve inatla bir umut ışığı aradım durdum kitap boyunca... Olmadı; gökyüzünü, güneşi ucundan da olsa göstermedi bana Taylan Kara. Belki de memleketin uzunca bir süredir yaşadığı, bu kadarı da olmaz dediğimiz halde bizi sürekli yanıltan 'kırk katır mı, kırk satır mı' hali sebep oldu buna. Bu kadar koyu nesnellik ağır geldi, uçurtma az da olsa uçsun istedim belki de...

''Cölanj''ı her ne kadar zorlanarak ama ilgiyle okusam da roman okuyormuşum hissini veremedi bana. Sanki yukarda bahsettiğim basit kurguya yedirilmiş, insanlığı yerle yeksan eden sağlam denemeler bütünüydü. Bu yüzden romanın kahramanından ziyade Taylan Kara'ydı karşımda olan. O konuştu, ben dinledim... Daha doğrusu yerin dibine battım...

Şimdi sırada Kara'nın ikinci romanı ''Poe'nun Kuzgunu'' ve denemelerinden oluşan ''Böyle de Buyurabilirdi Zerdüşt'' isimli kitabı var. Onları da okuyacağım... Haftalık yazılarını da takip etmeyi ihmal etmeyerek...

Hayal Yayınları, 2008, 1. Basım

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Sabâ Altınsay - Kritimu "Girit'im Benim"

''...öyle geliyor ki bana, neden yaşadığımızı, bu acıları neden çektiğimizi öğreneceğiz çok geçmeden. Ah bir bilsek... bir bilsek...''
Anton Çehov, Üç Kızkardeş, IV. Perde 


Bir göç romanı ''Kritimu - Girit'im Benim''... Mübadele gereği, doğup büyüdükleri, vatan bildikleri Girit'ten koparılarak Anadolu'ya göçmek zorunda bırakılanları, Yarmakamakis ailesi özelinde, dönemin çalkantıları ve toplumsal dönüşümleriyle beraber sayfalara taşıyor Sabâ Altınsay. Romanını, ailesine ve tüm Giritlilere adayarak... 

Gerek Lozan Antlaşması nedeniyle mübadeleye tabi olanlar, gerekse de kendi kararlarıyla göç etmek durumunda olanları buna zorlayan koşulların benzerliği şaşırtıcı değildir. Osmanlı'nın çözülme sürecinde bağımsızlık talebiyle başkaldıran ulusların çabaları, o güne kadar etnik ve dinsel farklılıklarını muhafaza ederek bir arada yaşamış, komşuluk yapmış toplumlarda çatlaklara neden olmuştur.  Toplumların etnik ve dinsel farklılıkları birbirlerine üstünlük vesilesi yapmak istemelerinin tarihte ne tür insani trajedilere yol açtığını anlamamıza, öğrenmemize yardımcı olan ''Kritimu'' gibi eserlerde anlatılanların canlı örneklerini yakın tarihimizde bolca görebiliriz. 6-7 Eylül 1955’de İstanbul’da özellikle Rum yurttaşlarımıza; 1978’de Kahramanmaraş’ta, 29 Mayıs 1980 ve sonrasında Çorum’da Alevi yurttaşlarımıza; 2 Temmuz 1993’de Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenliklerine katılan aydın ve sanatçılara yönelik hunhar katliamlarda farklı dini ve mezhebi aidiyete sahip, içinde kurbanların komşularının, hemşehrilerinin de bulunduğu güruhların rol aldığını biliyoruz. Bu tür katliam örneklerine Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde de çok sık rastlanmıştır. “Hürriyet ve istiklalin yalnızlık gibi paylaşılmaz” olduğuna inanan milliyetçiler ve köktendinciler kendi sözde hürriyet ve istiklallerini elde etmek için başka ulustan ve/veya dinden insanları ortadan kaldırmaktan maalesef çekinmemişlerdir.

Sabâ Altınsay ''Kritimu'' ile, aynı dili konuşan, neredeyse aynı gelenekleri, adetleri ve kültürel zenginliği paylaşan ve bu anlamda kaynaşmış Girit halkının farklı dini ve etnik aidiyetler nedeniyle düşmanlaş(tırıl)ması sürecinde bile insanlığını kaybetmemiş olanların dayanışmasını, komşuluğunu, kardeşliğini öne çıkarıyor ve bu tür romanlarda kolayca düşülebilecek 'taraf olma' tuzağına düşmüyor. Yani, Rumluğu ya da Türklüğü, Hristiyanlığı ya da Müslümanlığı romanının tasarımcısı yapmayarak, ortaya buram buram 'insan' çıkarıyor. Nitekim İbrahim Yarmakamakis, Hanya’daki mezarlıkta yatan ana-babasını, Cemile'sini ve can arkadaşı Piçiriko'yu, komşuları Hrisula’ya emanet ederek Girit’i terketmek zorunda kalıyor. Romanın gerçek kahramanı ise yazarın akıcı ve duru bir dille anlattığı, benzersiz doğası, kargaşası, tüm sesleri ve insanın içine işleyen havası ve kokusuyla Girit Adası’dır. 

''Kritimu'' tıpkı geçenlerde hakkında yazdığım ''İstanbul Falcısı'' gibi, 'iyi', 'güzel' romana bir örnek benim için. Romana yapabileceğim tek küçük eleştiri ise, hem bölümler arasında hem de yer yer aynı bölümün içinde, zamanda yapılan atlamaların büyüklüğü... Ki romanın akışında yer yer kesintiye ve olayların hemen ardından İbrahim Yarmakamakis özelinde yaşanması muhtemel ruhsal çöküntülerin, gelgitlerin ve toparlanışların yine yer yer derinleşememesine neden olmuş bu durum.

Not: Sabâ Altınsay göçten sonra Girit’i bir daha göremeden ölen dedesi İbrahim Yarmakamakis’in Çanakkale’deki mezarına, göçlerinden tam 75 yıl sonra, Girit’ten getirdiği bir avuç toprağı serperek dedesinin Girit hasretini gidermeye çalışıyor. 

Can Yayınları, 2011 (6. Basım)

Sabâ Altınsay (1961 - )

3 Temmuz 2016 Pazar

Orhan Pamuk - Kırmızı Saçlı Kadın

Okumaya başladığım her kitaba - roman, öykü, vs. -, 'iyi', 'güzel' bir yolculuk olması umuduyla başlıyorum. Bu 'iyi' ve 'güzel'in subjektif olduğunun, okurdan okura değişeceğinin elbette bilincindeyim. Kendimce ''iyi'' ve ''güzel''in içini ise şöyle dolduruyor, okuduğum romandan beklentilerimi şöyle sıralıyorum:

- İnsanlık durumlarını ortaya koyması ve insanı derinlikli işlemesi,
- Özenli bir dil (çeviri ise özenli, kaliteli bir çeviri),
- Nedenselliği güçlü, gerçekçi* bir kurgu, karakterler,
- Farkındalığı arttırması, bilinç yaratması.


(*Burada gerçekçilikten kastım, yazılanın, anlatılanın 'gerçek' olmasından ziyade, asgari bir inandırıcılık. Yoksa yazar, sürreal, gerçeküstü bir dünyanın da kapısını aralayabilir ve yarattığı karakterler,  sunduğu arkaplan ve atmosferle bu sürreal ya da gerçeküstü dünyayı hiç yadırgamayabilir, o yeni dünyanın içine düşüp, artık onun gerçekliğini yaşamaya başlayabilirsiniz.)

'Kırmızı Saçlı Kadın'ı da okumaya niyetlendiğim her roman gibi bu beklentilerle, önyargılı davranmamaya gayret ederek okudum. Ama, bir türlü derinleşemeyen, neredeyse hiçbir nedensellik gözetmeden hareket eden karakterleri, tesadüflerle örülmüş kurgusu, yer yer karşıma çıkan özensiz dili nedeniyle olamamış, heba edilmiş bir roman olarak küçük kitaplığımdaki yerini alıyor maalesef. Kendi kendime soruyorum: diğer Pamuk romanlarına göre daha kısa (195 sayfa) olan 'Kırmızı Saçlı Kadın'ı okuyunca elime ne geçti, bende yeni bir farkındalık, bilinç yarattı mı? Yani bir hayrı dokundu mu? Buna da cevabım maalesef hayır... Oysa biri batının diğeri de doğunun birer mitosu, Sofokles'in Kral Oidipus'u (oğul babayı öldürür) ve Firdevsi'nin Şehname'sindeki Rüstem ve Sührab'ın (baba oğulu öldürür) bir çarpışması, sentezi olma iddiasını taşıyan bir roman hakkında yazıyorum. Bununla ilgili de bir derinleşme, dişe dokunur bir tartışma göremeyince roman boyunca, sonuç kocaman bir hayal kırıklığı oluyor.

Aslında roman hakkında neden böyle düşündüğümü örnekler vererek açmayı düşünüyordum. Hatta bir iki paragraf yazdım da... Yazdıklarımı tekrar gözden geçirinceyse romanla ilgili birçok bilgiyi, olayı ele verdiğimin farkına vardım. Bu yüzden o satırlar yazımda olmayacak. Ancak, romanda birbirini takip eden olaylar arasındaki nedenselliğin ve karakterleri harekete geçiren itkilerin zayıflığı, çokça aklımdan geçen 'Neden? Niçin?' sorularına verilebilecek cevapları sayfalarda bulamamam, romanda Orhan Pamuk ne istiyorsa onun olduğunu, karakterlerin değil Pamuk'un at koşturduğunu hissettirdi.

Oysa roman ya da öykünün, yazarın istediği gibi at koşturacağı mecralar olmadığını düşünüyor, roman karakterlerinin, yazarın ağzıyla değil, kendi nesnellikleri içinde konuşması, yaşaması gerektiğine inanıyorum. Eğer karakterlerde veya kurguda - kökten ya da değil - değişimler olacaksa da, yazar bu değişimlerin ardındaki nedenleri, altyapıyı, arkaplanı okura göstermese bile sezdirmelidir ki, romanın içtutarlılığı, gerçekçiliği, nedenselliği zedelenmesin. Yoksa, yazarın damdan düşen oldu bittilerle, okuru ters köşeye yatıran bir kurgu sunamayacağı kanaatindeyim. Aksine, böyle olunca biz okurun elinde, yazarın ağzıyla konuşan ya da onun hareket ettirdiği kuklalar ve havada kalmış bir kurgu kalıyor maalesef. 

Yapı Kredi Yayınları, 2016, 2. Basım

Orhan Pamuk (1952 - )
Related Posts with Thumbnails