Pages

31 Ocak 2016 Pazar

Leylâ Erbil - Gecede

Gecede, Leylâ Erbil'in 1968 yılında kendi olanaklarıyla bastırıp okurlara sunduğu ikinci - ilki Hallaç'tır - öykü kitabı. Aynı yıl, bu kitapla Sait Faik Öykü Ödülü'ne katılıyor Leylâ Erbil; lâkin, öyküleri ödüle değer görülmüyor.  Zaten katıldığı ilk ve son edebiyat ödülü oluyor bu ve diğer kitaplarının hepsi, "Bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır,“ cümlesiyle açılıyor. Ödüllere, ödül dünyasına karşı duruşudur, bunu ona yazdıran ve onun aykırı / muhalif kişiliğiyle de uyum içindedir bu girizgâh. Ona göre beş on adam – bu günlerde, hatta uzunca bir süredir Doğan Hızlan tayfası – bu ödülcülük oyunu yoluyla edebiyatı, yazarları, okurları kendi istekleri, tutkuları doğrultusunda yönlendirmiştir. Oysa Zihin Kuşları isimli, çeşitli konulardaki görüş, deneme ve uzun bir söyleşisinden mükellef bir başka kitabında da yazdığı gibi, 

"Bir yazar gücü ne yapsın ki? Gerçek yazar güçten de ünden de utanır; nasıl bir dünyanın kendisine onu sunduğunun bilincindedir. En azından aramaz... Bir köşede keşfedilmeyi, olmazsa sessiz sedasız öbür dünyaya gitmeyi bekleyemez mi?"
Leylâ Erbil - Zihin Kuşları s. 86 Media - Medeia başlıklı denemesinden

Gecede'ye geri dönelim... Sırasıyla Vapur, Ayna, Çekmece, Hokkabazın Çağrısı, Ölü, Tanrı ve Gecede isimli 7 öyküden oluşuyor.  İçlerinde bence en ilginc ve düşündürücü olan Vapur hakkında birkaç kelam etmeden önce, bir Leylâ Erbil alametifarikası olan bilinç sıçramaları, bunaklık, sayıklamalar ve kendi icadı noktalama işaretlerinin - virgüllü soru şareti ya da ünlem, yan yana üç virgül ve türevleri gibi - bu öykülerin de hemen hepsinde hazır ve nazır olduğunu söylemeliyim. Tüm bunlar ve özellikle de noktalama işaretlerini bu yoğunlukta kullanma (ya da Ayna isimli öyküdeki gibi hemen hemen hiç kullanmama) serbestisi, kimi zaman okuru zorlasa da, özgün ve özgür bir Leylâ Erbil yazınının yapıtaşlarını oluşturuyor.

Ve başkaldıran, isyankar Vapur... Zincirlerini koparıp, özgürlüğe kaptansız ve mürettebatsız yelken açan, donanmayı peşine takmasına rağmen bir türlü yakalanamayan ve sonunda ''...kendinize gelin, doğrulun, geri alın ey!, bezdim ey!, bıktım ey!, görmek istiyorum ölmeden, anaları, babaları, çocukları, halkı görmek istiyorum hey!..'' haykırışlarıyla gözden kaybolan bir Şirket-i Hayriye vapuru... Kaybolurken de yakıp yıkan, bir çakıp bir yiten kırmızı bir çizgiye dönüşen, ne olduğunu anlamadan Boğaz'ın iki yanına biriken halkın da katıldığı bir alev topu... Vapurun ezgilerine, danslarına coşkuyla eşlik eden, sanki yasaklı ama, özlenmiş bayramı kutlayan halk... Ve elbette bastırılış; yaralamalar, ölümler, tutuklamalar... Bu kötülüğün tüm bunların sorumlusu vapura değil de kendilerine yapıldığını sorgulayan halk... Ve bir daha ortada görünmeyen vapur... Nerededir artık o?

''Boğaz'da hiçbir nenleri değiştirmeksizin salt hokkabazlıkla çevresindekilere kendisini sevdirdiğini sanarak; insanların temel yaşamlarını bozamayıp onları sadece arada bir eğlendirdiği, avuttuğu için, bir bakıma kandırdığı, başkaldırmaya değil de boyun eğmeye doğru itelediği, onları kendi yanına çekemediği için çaresiz, tek umutsuz olduğunu sandığı için, kıymış mıdır kendisine vapur?

Gecenin ortasında, yıkma ve yakmalarını, çığlıklarını nasıl yankıladığımızı duymuş, bilmiş, umutsuzluğa düşmenin gereksizliğini kavramış, yapabileceğinin ne olduğunu çok iyi bilen bir taş parçası denli yeni bilinçler yaratmak üzere, başka ülkelere doğru yola çıkmamış mıdır? Sevinçten gözleri yaşarmış mıdır?

Uykularımızın içinde bugün bile düdük sesleri duyarak uyandığımızı biliyor mudur?''

İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, 6. Basım

Leylâ Erbil (1931 - 2013)

24 Ocak 2016 Pazar

Ercan Kesal - Nasipse Adayız

Önce uzun yıllar doktorluk yaptığı taşraya, kendi deyimiyle ''bozkır''a götürmüştü beni Ercan Kesal, Peri Gazozu ismini verdiği, hemen hemen tamamı otobiyografik ögeler barındıran öykü kitabıyla. İnsanın içini yakan ülke ve toplum gerçeklerini, insanlık durumlarını mizah yüklü, berrak bir dille gözler önüne seriyordu. Bununla yetinmeyip, Taylan Kara'nın kitapla ilgili eleştiri yazısında* belirttiği gibi, okurun ''bozkır''la olan ilişkisini genişletiyor, orada daha çok şey görmesine olanak sağlıyordu. 

''Derinleştirmeyen edebiyat sığlaştırır. Peri Gazozu kitabından sonra bozkırda daha çok şey görmeye başladım. Bu 'güzel' edebiyatın bir başka niteliğidir.''

Ercan Kesal, ilk romanı Nasipse Adayız da ise, beş ay içinde iki kez seçim sandığına gitmek zorunda bırakılarak, demokrasi müsameresinin süsü haline getirilen halkımızın önüne, İstanbul'da bir ilçenin belediye başkan aday adayı olarak çıkan Dr. Kemal Güner'in seçim çalışmaları ekseninde, siyaset esnafının faaliyetlerini anlatıyor. ''Pazarlıklar, imaj çalışmaları, anket dümenleri, bağlamalar, ayarlamalar... Oy ve ilişki peşinde delidolu bir uğraş...'' İnsana aklını yediren bir takıntıdan oluşan seçim çalışmaları bağlamında Ercan Kesal bir günlük faaliyetini mizahi bir üslupla şöyle özetliyor: 

“Çağlayan taraflarında bir düğün salonu... Bugün gittiğim üçüncü yemekli toplantı olacak. Öğleyin ameliyathane personeli Aykut’un mevlitli, dualı nişanı, ikindi vakti radyocunun kardeşinin cep telefonu dükkanının açılış kokteyli, akşam da il delegesi Şakir’in kızının nikah töreni... Şimdi de buradayım; bilmem nerenin yardımlaşma ve dayanışma derneğinin birinci geleneksel(!) yemeği. Buradan erken kalkabilirsem Muhtar Muharrem’in torununun sünnetine bile yetişebilirim.”

Aday adayları arasında öne çıkıp aday apoletini takabilmek için hem ''Başgan'' olarak kodladıkları Parti İl Baskanı'na hem de ''Bir Numara''ya yaranmak için kılıktan kılığa giren Kemal Güner trajikomik durumunu, ''Artık utanmıyorum galiba. Aday adayıyım çünkü...'' sözleriyle anlatıyor. Ve Kemal Güner'in belediye başkan aday adaylığı dolayımıyla yaşadığı bu siyasi serüvenin sonu, ortak bir arkadaşlarını ziyaretlerinde karşılaştığı eski bir bakanın İsmet İnönü'ye atıfla aktardığı ''Ümit ederim, bizim için mazi olan sizin için istikbal olmasın!'' sözlerinde ifadesini buluyor.

Nasipse Adayız da - yukarıda kimi örneklerini gördüğünüz üzere - mizahla yoğrulmuş, kolay okunan ve dolayısıyla hemen de bitiveren bir kitap. Lakin, Peri Gazozu'nun aksine edebi bir lezzet bırakmıyor ağzımda bu ilk roman... Bunun arkasında, kurgunun, özellikle de karakterlerin işlenişindeki derinleşememe sorunu yatıyor. Anlatıcı başkan aday adayının günlük koşuşturması şeklinde ilerliyor roman ve ne anlatıcının ne de karşılaştığı, birbirlerine çıkar ilişkileriyle bağlı bireylerin iç dünyasında neler olup bittiğini anlıyoruz. Böyle olunca da gözümüzün zaten aşina olduğu, her gün onlarcasını ekranda ya da sosyal medyada gördüğümüz prototipler çıkıyor karşımıza karakter niyetine. Derinleşemeyince de sığlaşıyor bu roman.

Taylan Kara - “Güzel” öykü nedir? Peri Gazozu, Ercan Kesal, Nihat Genç…
http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1231

İletişim Yayınları, 2015, 1. Basım

Ercan Kesal (1959 - )

16 Ocak 2016 Cumartesi

Sevgi Soysal - Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu

12 Mart... Çarşaf çarşaf tutuklama listeleri, tenkil edilmesi elzem olanlar, 'muzır kişiler', ilk fırsatta tutuklanması uygun görülenler... Faşizan uygulamaların adım adım tırmandığı bir dönemde, ilk önce 'muzır kişiler' kontenjanından, ikincisinde de 'orduya hakaret'ten yolu düşer Sevgi Soysal'ın, 12 Mart'ın Mamak'la birlikte simge zindanlarından biri olan, Ankara'da bir askeri garnizonun orta yerindeki Yıldırım Bölge'ye. 
İlki - 1971 ilkbaharı ve yazı - bir misafirlik gibidir sanki. Kimler yoktur ki... TİP davasında sanık Behice Boranlar, Denizlere yardım ve hatta yataklıktan tutuklanmış ressam Sevim Onursallar... 12 Mart rejiminin tam anlamıyla oturmadığı bu dönemde, görece gevşek bir tutukluluk halidir yaşadıkları. Hatta yatılı kız mektebine benzetirler içerdeki havayı. Bol sulu oralete limon kolonyası ekleyerek yapılan Yıldırım kokteyller... Acemi erlerin onlara baka baka 'tombul tombul memeler' türküsü eşliğinde yaptıkları talimler... Havalandırmada volta atarken erkek tutuklularla selamlaşmalar, işaretleşmeler, pusula ya da mektup göndermeler... 
İkinci tutuklanış ise bambaşkadır. Mahir Çayan ve arkadaşlarının Maltepe Cezaevi'nden kaçtıkları, Denizlerin asıldı, asılacakları, avcıların avlarını bulabilmek için avın yakınlarını ya da saklanmalarına yardım eden 'canlı'ları acımasızca işkenceden geçirdiği, rejimin kendini tüm faşizan uygulamalarla gösterdiği, korku dolu, gergin günler... İki muhbirin ifadesiyle 'orduya hakaret'ten yeniden yolunu tutuyor, artık farklı bir yere dönüşmüş Yıldırım Bölge'nin Sevgi Soysal. Öyle ki, ilk tutukluluk dönemindeki Yıldırım Bölge'yle ''O zaman sosyalizm vardı,'' diyerek matrak bile geçiyorlar. Tutukluların hepsinin er ilan edildiği, asker gibi davranmak zorunda bırakıldığı, devlet düşmanlığıyla suçlandıkları ve ona göre muamele gördükleri, hala hayatta olduklarına sevinmeleri gerektiğinin türlü yollarla hissettirildiği bir zindan. Öyle canlı aktarıyor ki yaşadıklarını...
''Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki 
Ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki 
Bilirsin neler için çarpmıyor bir yürek'' 
Ve yeniden sivil hayata dönüş... Edip Cansever'in bu güzel dizeleriyle veda ediyor Yıldırım Bölge'ye Sevgi Soysal. Kısa aralıklarla geçirdiği iki ayrı tutukluluk döneminden sonra... Uzun süre buzdolabında dondurulmuş bir et gibi, dışarı çıkarılınca kokmaktan, bozulmaktan korkarak... Yaşadıklarına, gördüklerine ve insana ait ne varsa baskıyla, zorla, işkenceyle, cinayetlerle, idamlarla yok edilmeye çalışıldığı bir atmosfere rağmen, içinde yeniden filizlenen insana dair umudun tüm heyecanı ve ışığıyla merhaba diyor hayata yeniden...

İletişim Yayınları, 2013 (6. Basım)

Sevgi Soysal (1936 - 1976)

Related Posts with Thumbnails